Burka: Gerçeğin kaybolması
Arkadaşlığın son durağı: Fareler ve İnsanlar
John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar, Sel Yayınları, 15. baskı, İstanbul, 2018
Maden Havzasında bir büyük grev ve bir işçi önderi Laz Emin
Nasıl aşk, hangi hürriyet, ne biçim istibdat?
“Dört saat hiç durmadan yol aldıktan sonra Orient
Ekspres’in lokomotifi, biraz soluklanmak için Ayastefanos İstasyonu’nda
durmuştu.” Böyle
başlayan roman[1],
yanıltmıyor bizi ve bir su gibi alıp götürüyor. Hâkim anlatıcının birbiri
ardına farklı kişileri resmettiğini görüyor ve ne gibi bir heyecanın içine
düştüğümüzü bilememenin keyifli kıvranışlarıyla okumayı sürdürüyoruz. Az sonra
meşhur trenin diğer yolcularıyla merakımız dallanıyor. Tek başına yolculuk eden
Bulgar büyükelçisinin güzel eşi Sonya Pavlova, Alman askeri ataşesi Reinard
Engenberg, ünlü İtalyan besteci Mancini, Avrupa sosyetesinin tanınmış
çapkınlarından Yahudi asıllı çelik tüccarı Isaac Menthol ve her daim 7 numarada
yolculuk eden, çocukluğu İstanbul Fener’de geçmiş, Padişah II. Abdülhamit’in
dostu, silah tüccarı Basil Zaharoff’la tanışıyoruz.
Anlatıcı, bir kamera gibi genel açıdan yolcularını
bize tanıtıldıktan hemen sonra tren, hareket memurunun düdüğüyle kalkmak
üzereyken 7 numaralı kompartımana duru güzelliğiyle Sonya konuk olur. Sirkeci
Garı’na kırk beş dakikalık süreyi Basil Zaharoff’un perdeleri indirmesiyle
“görüşerek” değerlendirirler. Romanın hemen başında “aksiyon okuru”nun hoşuna
gitsin diye yerleştirilmiş Sonya sadece bir sos olarak girdiği anlatıdan
Sirkeci Garı’nda veda edilecek çıkarılan cinsellik ögesidir. Zaharoff’sa zengin
olarak tanıtılmasına gamsız, hovarda, iş bilir özelliklerini de ekleyerek iner
trenden.
Tarihi bir macera filmi izliyormuş havası yaratan
roman, Zaharoff’un Pera Palas’a yerleşmesiyle sürerken Abdülhamit’in
istibdadının yaşandığı 1891 yılının İstanbul’unun genel manzarasından
ayrıntılar verilir. Kadınlara uygulanmak istenen kılık kıyafet zorunluluğu ve
öğrencilerin dağıttıkları Abdülhamit karşıtı bildiriler genel görüntü açısını
oluştururken anlatıcı yine özel açıya dönerek tıbbiye öğrencilerine odaklanır.
Bir Alman işletmesi olduğu için hafiyelerin
giremediği Beyoğlu’ndaki Zowe Birahanesi’nde buluşan tıbbiye öğrencileri üç
ayda bir Galata Rıhtımı’na yanaşan gemiyle gelip onlarla buluşan Filip’i
beklerler. Filip, Abdülhamid’e karşı muhalif düşünceleriyle tanınan, gıyabında
idama mahkûm edilen Mizancı Murat’ın istibdata karşı Paris’te çıkardığı
gazeteleri onlara ulaştıran kuryedir. Mizancı Murat’ın yazılarından
derledikleri bildirileri efsanevi hafiye teşkilatına yakalanmadan soluk soluğa
dağıtarak hürriyet uğruna işkenceyi, hapisleri, sürgünleri göze almaktadırlar.
Romana Maria girer. Abdülhamit’in sağ
kolu Kara İzzet Paşa’nın metresi olan son derece genç, güzel ve elbette
gayrimüslim bu kadınla genç tıbbiye öğrencisi Suphi -tesadüf odur ya- bildiri
dağıtırken hafiyelere yakalanacakken onun kupa arabasına sığınmasıyla karşılaşırlar.
Ki, ondan sonra kitabın hareketli anlatıcısı yakın planlarla Maria’yla
Suphi’nin arasında doğurduğu aşka dönmek için neden arar. Çok
geçmeden yakalanan Samatyalı’nın okul arkadaşlarına tevkifat furyası başlayınca
Suphi can havliyle aşkına sığınır ki Kara İzzet Paşa’nın karanlık gölgesinde
Maria ona hem evinin hem kalbinin kapılarını açar. Ne var ki bu rahatlık
ortamında Suphi; arkadaşları işkencelerde inim inim inlerken bir fare gibi Kara
İzzet Paşa’nın evinde saklanarak sevgilisinin koynunda saadete dalmayı
kendisine yakıştıramaz. Planlar üretmeye başlar ve Mizancı Murat gibi Paris’e
kaçarak Maria’nın oralarda sahneye çıkmasını, kendisinin Jön Türklere bağlı bir
gazetede muhabirlik yapıp geçinip gitmeyi düşler. Bu romantik kaçış planı
dönemin, hayatın gerçeğine uymaz ve kaçarken Suphi yakalanır, Paris’e gitme
rüyası kısa sürer.
Suphi’nin nezdinde istibdattan bunalan hürriyet
âşıkları, Paris’e ulaşmaya çalışırken aynı sırada Mizancı Murat’ın Paris’teki
evine Abdülhamit’in hafiyeleri konuk olur. Ülkeye dönerse hakkındaki idam
kararının kaldırılacağı, kendisine Danıştay üyeliği verileceği ve bir servete
sahip olacağı mesajı iletilir. Teklifi kabul eder Mizancı Murat ve böylece
İttihat ve Terakki muhalefetinin en etkili adamı davasından dönmüş, dövüşmeden
teslim olmuş olur. Paris sürgünü biten Mizancı Murat’ın İstanbul rüyası bir
anda gerçek olur.
Silah tüccarı Zaharoff, 1885’te Osmanlı’ya
denizaltı da satmıştır. Altı yıl sonra, bu sefer sattığı makineli tüfekler
dolayısıyla hem kendi hem komisyonlarını alan Padişah Abdülhamit ve Kara İzzet
Paşa bu alış verişten memnundur. Zaten onların dünyasında düşünceler
mütemadiyen gerçekleşmektedir.
Burak Artuner ilk romanı “Aşk, Hürriyet,
İstibdat”ta romanın adıyla koşut olan üç çizgide ilerler ve tüm çizgilerde
romanın jönü olarak Suphi’yi görürüz. Maria’ya ve hürriyete âşık, dolayısıyla
istibdata düşman, tutkulu bir kişidir o. Babasının Ertuğrul Fırkateyni’yle bile
bile ölüme gönderilmiş olması, köhnemiş zihniyete karşı çıkmasının alt yapısını
oluşturur. Annesinin biçimlendirdiği geleneksel ev, aile ortamında ortalama
dini değerlerle yetiştirildiğini, zaman içindeyse kendi yolunu tuttuğunu
görürüz.
Burak Artuner’in Refik Halitvari gözleri, deyim
yerindeyse kartal gözü keskinliğinde. Günümüz gençliğinin hoşuna gidebilecek
bir film tadında olan romanın akışı, heyecanla başlayıp okuru sürüklemesi hep
aranan özellikler. Yine aşkı cinsellikle buluşturması, roman kişilerindeki
keskin çizgiler de popüler kültürün aranan özelliklerinden. Ne var ki yazarın
ruh durumlarını vermede tekleyen, başarılı olmayan, salt tutkuların esiri
olarak kurguladığı roman kişilerini sürekli devinim/aksiyon içerisinde
göstermeye ve tempoyu hep yukarıda tutmaya hevesli kalemi, bize bir dönem
romanı ya da bir tarihi roman değil, tarih çeşnisi katılmış bir roman sunuyor.
Öyle ki adındaki “aşk” iddiası da derinlemesine yaşanmadan, bir saman alevi
gibi cinsellikle coşup sönüveriyor. Mizancı Murat’ın davasını dövüşmeden
satmasıyla hürriyetin istibdata boyun eğdiğini okurken bu defa da Abdülhamit
döneminin, adındaki “istibdat”ın karanlık boyutlarını bulamıyor, tarihsel
derinlikten de mahrum kalıyoruz. Hal böyle olunca kendi kendimize söylenmeden
geçemiyoruz: “Nasıl aşk, hangi hürriyet, ne biçim istibdat?” Dolayısıyla tüm
bunlar, yazarın gazeteciliği ve gazeteciliğin doğası gereği sansasyonel olay
peşinde koşturmasından bağımsız düşünülebilir mi?
NAKİYE HANIMIN YAHYA’SI
Yahya Kemal
Beyatlı’nın Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatırlarım[1] kitabında öyle bölümler var ki
insanın içine dokunur. Kitap “Hayâtımın Bâzı Seneleri” diye başlayan küçük bir
ön sözün ardından şairin Nakiye Hanımı anlattığı “Annem” başlıklı bölümle
sürer. Bu başlık altında okuyacaklarımızın gönül telimizi titreteceğini ilk
cümlesinden hissederiz: “Annemin bir resminden mahrûmum.”
Bir evladın vefat
etmiş annesine dair tek bir görüntüye muhtaç olmasını günümüz dünyasında anlamamız
kolay değil. Ne var ki bu devasa eksiklik, Yahya Kemal’in kapanmayacak
yarasıdır. “Onun bir resmi hayâtımın en büyük yâdigârı olurdu. Annemin
sîmâsını şimdi iyi hatırlayamıyorum. İslâm tesettürünün en şedîd
bir muhîtinde doğduğu, yaşadığı ve öldüğü için bir resmini bırakmadan
kayboldu.” Sözünü böyle sürdüren şair paragrafı “kayboldu” diye
sonlandırırken annesi Nakiye Hanımı hafızasında canlandıramamanın acısını
yaşamaktadır. Bir fotoğraf yahut resimle var olacak, somutlaşacak,
kalıcılaşacakken şimdi kaybolmuştur. Evlat Yahya’nın bahtsızlığı bir yanda
duradursun, annesine üzülmektedir şair. Çünkü annesi saklanmanın, örtünmenin,
erkekten kaçmanın en şiddetli muhitinde doğmuş, yaşamış ve ölmüştür.
Nakiye Hanım beş
vakit namazına koşut aldığı abdestinden başka gün içinde defalarca elini yüzünü
yıkayan marazi derecede titiz ve temiz bir kadın olup okuldan dönen kendisini
ve kardeşini temizlemeden rahat edemezdi. Öte yandan kocasının akşamcılığına dertlenir,
dertlense de içkisini karşısında içmesini dilerdi. Nitekim on iki yaşına kadar her
akşam babasının içkisini onlarla içtiğini hatırlayan şair, o tarihten sonra
babasının değiştiğini, Selanik’e gidip geldiğini söyler. O tarih, 1895, ailenin
miladıdır. En başta nispeten rahat bir hayat süren annesinin kaderi bu andan
itibaren değişir. Babası Üsküp’ten ayrılmak, Selanik’te yaşamak isteğinde
diretir. Annesinin tüm karşı koyuşlarına karşın babası, kararını uygulatmak
için merhametsiz kalbiyle evin eşyalarını satar. Gururu perişan olan kadın kahrından
yataklara düşer. Yuvasının sonsuza kadar dağılacağını anlayan bu hisli kadının
bahtı, kötü bir adama dönüşen babasından dolayı tersine dönmüştür. Üstüne bir
de vereme yakalanır. “Zavallı ümmî kadın ne kadar doğruyu
görüyormuş! Hakîkaten o zamandan sonra kendi öldü, biz evlatları küçük
yaşda dağıldık, perîşan oldu, hasılı o gün bu gün bir daha bir çatı
altında birleşemedik!..”
Hâl böyle olunca
Üsküp’ten ayrılışları feci olur. Selanik’te denize nazır, güzel bir eve
taşınmışlar, babası Selanik Adliyesi’nde bir memuriyet almıştır. Ne var ki
gündüz adliyeye devam eden adam geceleri içki ve eğlence âlemlerinde
dolaşmakta, vur patlasın çal oynasın yaşarken ciğerlerine yapışan amansız
illetten mustarip annesi yeni evlerinde hasta yatmaktadır.
Günden güne
kötüleşen dermansız kadın, Üsküp’e dönmek, orada ölmek isteğini sürekli
dillendirdiğinden en sonunda babası kardeşiyle gitmesine razı olur. Yahya’ysa
tahsiline Selanik’te devam edeceği için babasıyla kalmak zorundadır fakat bir
süre sonra onlar da Üsküp’e dönerler.
Veremin kıskacında
ölümü bekleyen zavallı kadın, tek teselliyi Yahya’dan beklerken o sürekli
arkadaşlarıyla koşup oynamakta, afacanlıklar, çığırtkanlıklar yapmaktadır.
Fakat bir gece annesinin etrafında bir kalabalık görünce evde bir farklılık
sezer. Felaket gelip çatmıştır. O geceyi annesinin hasta yattığı salonun
yanındaki odada geçirir. Gece boyunca yorganın altında ağlar durur, uykuya
daldığı sıralarda korkulu rüyalar görür. Bu rüyalardan birinde bir arkadaşının
kucağında yatan annesinin çenesinin bağlandığını görünce korkuyla uyanıp odanın
kapısını açar ve annesinin rüyadaki vaziyette çenesinin bağlandığını görür.
Teneşire yatırılan
annesinin üzerinde beyaz kefen vardır. “Yüzünü açtılar. Kendisini
ruhsuz, gözleri açık ve gülümser bir halde gördüm; (...) Kendisi (ile) aramda
ne kadar mesâfe olduğunu ölçemiyordum; yüzünü müebbeden hayâlime nakşetmek
için, kalbimin bütün kuvvetiyle bakıyordum.”
Şair yüzünü tam
hatırlayamadığı annesini son görüşünü Ufuklar[2] şiirinde de aynı kederle
anlatır.
Annemin na’şını
gördümdü;
Bakıyorken bana
sâbit ve donuk gözlerle,
Acıdan
çıldıracaktım.
Aradan elli dokuz
yıl geçti.
Âh o sâbit bakış
el’an yaradır kalbimde.
O yaşarken o
semâvî, o gülümser gözler
Ne kadar engin
ufuklardı bana;
Teneşir tahtası
üstünde o gün,
Bakmaz olmuştular
artık bu bizim dünyâya.
Annesi Nakiye
Hanım’ı çok erken yaşta veremden kaybeden Yahya Kemal, onun yokluğunun
yarattığı eksikliği ömrü boyunca hisseder. Aynı yakınlığı babasına duymadığı
gibi hatıralarında babasını uzun uzadıya anlatmamış, “Babam” diye bir bölüm
yazmamıştır. Çünkü şairin gözünde annesinin acılarına, ölümüne neden olan kişi bizzat
odur. Bu nedenle babasına hayatı boyunca -zaman zaman şiddeti azalsa bile- kırgın
kalmıştır.
“Annem ölmüştü.
Çıldırmış bir haldeydim. O (anda ölmek), intihar etmek istiyordum. Bu
müthiş yokluğa, bu derin acıya tahammül edemiyordum. Bir deliyi tutar gibi
sımsıkı tutuyorlardı; yüzümü, gözümü yıkıyorlardı. Heyhat ki ıztırâbım
durmuyordu (...) Annem gibi ölmek, hemen ona kavuşmak istiyordum. İntihar
vâsıtalarının ne olduğunu düşünüyordum.ʺ
Divan şairi
Nedim’in “Sözü az söyle, güzel söyle” anlayışına uygun bir şiir anlayışındaki
şair, en çok ölüm, İstanbul, müzik, sonsuzluk, doğa, deniz, aşk, tarih temalarını
işlemiştir. Annesinin naaşını teneşir tahtası üzerinde gördükten elli dokuz yıl
sonra olayı şiirleştirdiği düşünülürse ölüm temasını ve annesini ne kadar
önemsediği bir kez daha açığa çıkar. Ne var ki onun şiirlerinde sıklıkla
rastladığımız ölüm, bir son değil, bir kader ve sürekliliktir, âsûde
bahâr ülkesidir.
Ölmek değildir ömrümüzün en feci
işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel
ölür kişi.
Klasik İslam
inancının, ibadet dizgelerinin, tasavvuf felsefesinin dışında tuttuğu ölümü
özgün bir bakışla anlatır.
Artık güneş
görünmez olur, gök bulutludur,
Râhatça dal, ölüm
sonu gelmez bir uykudur.
Hem öğrencisi hem yakın dostu olarak şairin sürekli yakınında bulunmuş
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yahyâ Kemâl, sohbetlerinde gerek Üsküpʹteki hayattan,
gerek annesinin ölümünden sık sık bahsederdi. ‘Ben anneme benzerim’ sözü,
Lamartine gibi onun da konuşmalarında geçerdi.” diye belirtir. [3] Şairin annesini kaybetmesi, geri gelmeyecek
bir bahar mevsimi, bozulan bir huzur iklimi, emsalsiz bir sıcaklığın bitimidir.
Yahya’nın annesiz geçen ömrü bir denge yitimidir, ona bütün bir hayatı yalnız
yaşatan.
Koca şairin Tanrı
inancının olup olmadığını sorgulayan densizlerden olmamakla beraber yaşamı onun
gibi düşünenlerdeniz: “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”
[1] Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve
Edebî Hatırlarım, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul Fetih Cemiyeti, 8.
Baskı, İstanbul, 2017
[2] Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Beyatlı,
İstanbul Fetih Cemiyeti, 47. Baskı, İstanbul 2018
[3] Yahyâ Kemâl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh
Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1995
Düşmanla yüzleşmeyi dertlenen roman: Livaneli'den Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm
Kirpik İmgesi ve Kirpik Bilgisi
Kapılar nereye açılır?
“Biz kapı halkı değiliz,” diye başlarsak söze
haklıyızdır. Öyle ya, nerde o mal mülk, nerde o şatafat bizde! Tanıdığımız en
büyük adam, taşra kentimizin belediye başkanıdır ve çok çok tarafından
nikâhımız kıyılmıştır. Zaten olur olmaz zamanlarda kapısında görmek istemez ki bizi,
kendini büyük görenler. Belki kapsama gücümüzün sorun çıkarma olasılığının
yüksekliğinden, belki itibarsızlığımızdan… Hangi gerekçeyle olursa olsun,
kapısında göreceklerinin kapı kulu olmalarını, olmayanlarıysa kapı kethüdası,
kapı çuhadarı, hiç değilse kapı oğlanı yapılmaları onların makbulüdür.
Filmlerini izleyenler bilirler, Zeki
Demirkubuz’un her daim gıcırdayıp duran pek çok kapısı vardır. Masumiyet’te
demirin üzerindeki pası kazıyormuşçasına kulağımızı darp eden kapı gıcırtıları,
yankısını günlerce sürdürmüştür içimizde. Üstelik tam kapanmayan bu kapıların
aralığından mekânın mahremine saygısız, davetsiz bir baş ne zaman uzanıverecek
diye bekleyip durmuşuzdur.
Yönetmenin filmlerini arkadaşlarımla ne zaman
konuşsam kapılardan söz etmişimdir. Hiçbir biçimde yaşama tutunamamış,
sevgisiz, dolayısıyla kimsesiz insanların yüzlerine kapanır o kapılar,
demişimdir. Dışarıda kalan böyledir de ya içeridekinin hâli? Onun vaziyeti
başka türlü müdür? Kimseyle ortaklaşamadan, dertlerini kimseye dökemeden,
yabancılaşmasının doruğunda yalnızlığını koyultur durur o da. Kapı aralık
kaldığındaysa ne içeri girilir ne içeri bakılır. Bunun mümkünü yoktur. Bu,
korkunç bir cesaretten daha korkunç bir güç ister. Dolayısıyla o dar ve yüksek,
boyası gelmiş kapılar, çağımızın yalnızlık simgeleridir. Yarı açık
kozmosundaysa insanı itinayla yabancılaştıran, geçit vermeyen simgesel
nesnelerdir.
Yalnızlığa ilacı çarçabuk bulur hâlden bilmezler,
hazırcılar! “Mutluluklar paylaştıkça çoğalır” deyiverip geçerler. Bu
kolaycıların anlayamadıkları, yalnızlığın bir tercih yahut zorunluluk
olabilmesidir. Böyleyken yalnız kişiden neyi kimle paylaşması beklenebilir ki?
O, bir kapıdan girerek ya da çıkarak mekânın içinde ya da dışında kalakalmış,
yabancılaşmış insancıktır. Bireydir, özeldir, karakterdir. Kuşku sahibi,
ayrıntı taraftarı, tekinsiz kişidir. Devasa kalabalıkların intihar filizidir.
Elbette yabandır. O kadar sınır tanımaz bir yabandır ki sormayarak, ötesini
düşünmeyerek zihinsel egemenliğini devretmiş ehlî insanları kudurtabilir. Ehlî
insan aralıklı kapıya sokulmama terbiyesindeyken o, içeri girmeye meyledebilir.
Bunun için eşiğe sokulursa derdini dinleyecek bir kapı yoldaşına ihtiyacı var
demektir ne var ki onların sayısı o kadar azdır ve yüksek yerlerden o kadar
seçilmezlerdir. Giriş emri dileyenlerden, bir kapıdan geçince geldiği yolları
unutanlardan değildir o. Kapılara kilit vuranların en sonunda o kilitleri
bizzat sökeceklerini bilerek yaşayanlardandır, dolayısıyla zorluk kapısıyla
arasındaki uzaklık ciddi bilinç düzeyi gerektirir. Böyleyken yok olma tehlikesi
yaşayan özel bir insan türü olarak değerlendirilebilirler de.
İnsanlığa kalan olağanüstü mitlerden biri,
Tanrıya erişmek için kule inşa eden Babillilere aittir. Babil, “bab” ve “el”
sözcüklerinden oluşur. “Bab” kapı, “El” Tanrı anlamındadır ve sözcüklerin
birleşiminden “Tanrı kapısı” elde edilir. Babilliler kendilerine
yakıştırdıkları yeri, daha açık belirtemezlerdi herhalde.
Budizm’de dört kapıdan geçilen dört mevsim
metaforu vardır. Üstelik Zen ustası Chao-chou, “İşin aslı kapının menteşesinin
ne tür takıldığıdır. Kapı içeri de açılabilir, dışarı da...” der. Tüm bu
tarihi, dini uygarlık merkezlerinin uzağında duran çağımız insancığı içinse her
taraf cehennem hükmünde değil mi? İmkânsız güzellikteki cennet, ulaşılmaz bir
uzaklıkta duradursun neyse ki sonsuz kötülüğün mekânı cehennem de gayet
ulaşılmazdadır. Ya Araf nerede ya biz neredeyiz? Araf, eşiğidir insanın. Kâh
sonsuz gözyaşlarıyla kederli kâh sonsuz sevinç kahkahalarıyla neşeli. Araf
dünyadan başka neresidir?
Zeki Demirkubuz’un kapılarının bende açtığı bu
düşünce dehlizlerini işaret ederek sorardım arkadaşlarıma: “Yönetmenin kapıları
bu denli sık ve rahatsız edici kullanmasında benim düşünemediğim hangi alt
anlamlar var?”
Aradan yıllar geçti, nice filmler çekti Zeki
Demirkubuz. Etkinliğin birinde vefalı bir arkadaşım derdime derman bulma
niyetiyle sormuş yönetmene: “Nedir bu gıcırdayan, açık kalan kapı sahneleri?”
İtiraf edeyim, yönetmenin yanıtı benim adıma tam bir hayal kırıklığıdır! Akışta
bir duraksama yaratarak bulunduğumuz durumun ayırdına varmamız için bir tür
dikkat sağlayıcı olarak kullanıyormuş, kapıları.
Oya Baydar’ın Erguvan Kapısı romanındaki kapıysa
geçilmemesi gereken yere geçmenin metaforudur. Dolayısıyla yok edişi,
yönlendirişi, insafsız boyutu çağrıştırır aynı zamanda. 68 kuşağıyla
soluklanan, tazelenen yazarın 90’ların, 2000’lerin gençliğine, bu gençlerin
heyecanlarına, coşkularına, mücadelesine ısınamadığı görülür. O kapıdan
girenler; dışarıya bırakılmayan, iradesiz, tutsak beyinlerdir. Yazarın Sıcak
Külleri Kaldı romanında Umut’u devletin katletmesine yüklediği anlamla bu
romanın devamı niteliğindeki Erguvan Kapısı’nda Umut’u devletin değil, örgütün
katlettiğinin anlaşılmasındaki anlam arasında olağanüstü farklar vardır. Öyle
ki yazarın okşayıcı, sağduyuya meyilli kalemi Erguvan Kapısı’nda bir demir
gülle olup terazinin kefelerinden birini hoyratça aşağı çeker. Öfkesini kuşanıp
kalemini doldurur, Kerem Ali hiçbir yere kaçamaz artık. Onun aidiyet duyduğu
yapıyı çeteye, mangaya, tarikata benzetir; “Allah’ın belası” der. Handiyse
Ahmet Mithat’ı mumla aratarak “ey kari” diye seslenmediği kalır. Neticede
edebiyatın sağduyusunu yok eden bu tek boyutlu, tek yönlü eleştirilerle Erguvan
Kapısı’nın kapısı, insanın yeryüzü cehennemine açılan kapılardan olur.
Edebiyatın
kapısı herkese açıktır. İçerisi sonsuzca geniştir, herkes aradığını bulabilir
ama bu evden geçilerek varılan unutulmayanlar diyarına ulaşmak için “unutulmama
kapısı”ndan geçmek gerekir ki buradan sadece zamanın onayından geçmiş iyi
edebiyatçılara ve eserlerine geçiş hakkı tanınmıştır.
Ulusal
kimlik, tarihin çeşitli dönemlerinden bin bir çileyle bugünlere taşınan bir
bilincin sonucu olduğundan kişisel kimliği de kapsar. Dolayısıyla ulusal bilinç
yetersizse kişisel kimlik de yetersizdir. Bu, ulusun geçmişini hepten allayıp
pullayalım, öpüp okşayalım gibi kolaycı, basit, ucuz milliyetçi yönelimlerin
doğruluğu demek değildir. Geçmişteki büyük insanlarla, başarılarla elbette
övünülebilir, bu doğaldır da. Ne var ki geçmişi zerre eleştirmeden toptan kabul
etmek ne kişisel ne ulusal ne anbean belirginleşen sınıfsal kimliğe şuncacık
katkı yapar! Aksine bin bir çileyle aktarılan bilinci aşındırarak hem kişiye
hem kimliğe zararı dokunur. Dolayısıyla geçmişe bilinç penceresinden bakmak
gerekir. Bilge Kağan’ın “Titre ve kendine dön!” uyarısını ucuz bir çıkarımla
değil, bugüne uyarlanmış gerçekçi biçimde okumalıyız. Kaşgarlı Mahmut’un, Ali
Şir Nevaî’nin, Karamanoğlu Mehmet Bey’in çabalarını da…
Türk diline
kimseler bakmaz idi
Türklere asla gönül
akmaz idi
Âşık Paşa yüzyıllar evvelinden dile, kimliğe sahip çıkmayı bu biçimde
vurgulamış. Öyle ya, kimlik için, bilinç için bunları özümsemek gerekir.
Kendimizden kaçtıkça, başka kimliklere sığındıkça aslında kendi kimliğimizi
uçuruma sürüklemiyor muyuz? Kimliğimizi bize başkaları bulmayacak, onu
geliştirecek atılımları başkaları yapmayacak! Dolayısıyla üzerimizdeki aşağılık
duygusundan tez zamanda arınmalı, özgüvenimizi kazanmalıyız. Kaçmak, görmezden
gelmek yerine kimliğimizi koruyacak bilince varmalı, sonra onu geliştirecek
özgür ruhu oluşturmalıyız.
Kimliğin anahtarı dilse kilidi elbette edebiyattır. Edebiyatın çatısı
da eserlerle çatıldığına göre bir toplumun kimliğine ne derece sahip çıktığını
anlamanın yollarından biri de o dilde yazılmış eserlere bakmaktır. Nasıl ki bir
eser, edebi gücü oranında yaşıyor, yazarını, şairini yaşatıyorsa ait olduğu
kimliği de yaşatır.
Edebiyatın en tarafsız ölçütü kuşkusuz zamandır. Her eser, sanat
değeri oranında zamanın terazisine çıkar ve ancak onun hassas terazisinden
hakkıyla geçenlere unutulmama kapısı açılır. Malzemesi, kilidiyle edebiyattan üretilmiş
unutulmama kapısının tek anahtarıysa zamandadır.