Alaaddin Kara'yla söyleşi ve imza günü


ŞU ADRESTEN ALINTIDIR: http://www.caycumasanat.com/oku.asp?id=2436
Alaaddin Kara liseli gençlerle öykü ve fotoğraf konuştu! 

Zonguldaklı öykü yazarı ve fotoğraf sanatçısı Alâaddin Kara 19 Aralık Çarşamba günüZonguldak Hasan Ali Yücel Lisesi öğrencilerine fotoğraf gösterisini sunup öykü kitabını imzaladı. Öğrencilerle öykü ve fotoğraf üzerine bir söyleşi de yapan yazar, Maden Teknikeri olarak çalıştığı maden ocaklarıyla ilgili soruları da yanıtladı.
Kütüphanecilik Kulübü’nün girişim ve çabalarıyla organize edilen etkinlikte, söyleşiden önce, yeraltında çalışan işçileri görüntüleyen fotoğraflarını izletti.
Yazar olup-olmadığıma okuyanlar karar verir!”
Kitap çıkarmak amacıyla değil, günlük tutarak yazmaya başladığını belirten Alâaddin Kara, bu günlüklerin öyküye dönüştüğünü, sonra ZonKişot Dergisinde yayımlanmasıyla hem cesaretlendiğini hem de kitaplaşmanın bir zorunluluk halini aldığını söyledi. İki öyküsünden iki ayrı ödül alınca sanatçı arkadaşlarının önerisiyle kitabını da çıkardığını belirtti.
Gençlerden özellikle çok okumalarını ve günlük tutmalarını istedi. Öykülerinin kötü sonla bitmesi, karamsar havayla verilmesini eleştiren arkadaşlarını da dikkate alarak, o yönde de çalıştığını söyleyen yazar, yaşadığı ortamın, diline de yansıdığını, olumsuzlukların öykülerini etkilediğini belirtti.
Öykümü öyle yazmam gerekir ki; okuyanı, kuyudan madene indirebileyim. Yine o şekilde kuyudan çıkartabileyim.”
İyi fotoğraf konusunda; “Herkes kendi görüşüne göre değerlendirir!” diyen Kara, realist (gerçek) fotoğraflar çektiğini, bu tür fotoğrafları beğendiğini belirtti.

ŞU ADRESTEN ALINTIDIR: http://www.67sergi.blogspot.com/

ALÂADDİN KARA HASAN ALİ YÜCEL LİSESİ’NDE 
Zonguldaklı fotoğrafçı-yazar Alâaddin Kara 19 Aralık Çarşambagünü Hasan Ali Yücel Lisesi öğrencilerine fotoğraf gösterisini sundu. Ayrıca merak ettikleri soruları yanıtlayarak kitabını imzaladı. Yeraltında birçok alanda çalışan Kara, halen Maden Teknikerliği yapıyor.
Sunuş konuşmasında; okulun sosyal çehresini genişletmek amacıyla öncelikle kütüphaneyi işlevsel hale getirme çabalarını anlatan Hasan Ali Yücel Lisesi Edebiyat Öğretmeni Üzeyir Karahasan, ayrıca, çalışmalarına devam ettikleri tiyatral şiir dinletisinin ipuçlarını da verdi. 
 Özlem Yücesan/Zonkişot   


ŞU ADRESTEN ALINTIDIR: http://www.pusulagazetesi.com.tr/haber.php?hayns=2&yazilim=haberler&osmanli=hdetay&sece=1&aid=30007&titlem=30007#.UNS_CZFTK3c.facebook
Fotoğrafçı-Yazar Kara, öğrencilerle buluştu, yazar gözüyle Zonguldak'ı değerlendirdi
'İçinde yaşayana dert, gidene geri dönmek için dert!"

Fotoğrafçı-Yazar Alaaddin Kara, Hasan Ali Yücel Lisesi öğrencilerine fotoğraf gösterisini sundu, söyleşi yaptı ve kitabını imzaladı. Yazar gözüyle Zonguldak'ı değerlendirmesini isteyen bir öğrenciye Kara, "İçinde yaşayana dert, gidene geri dönmek için dert!" derken; içindeyken yaşanan sıkıntıların yönetimin hatası olduğunu da vurguladı.
Arkadaşına GönderYazı boyutunu büyütmek için        
  21 Aralik 2012 00 : 56 
Zonguldaklı Fotoğrafçı-Yazar Alaaddin Kara, önceki gün Hasan Ali Yücel Lisesi öğrencilerine fotoğraf gösterisini sundu. Ayrıca merak ettikleri soruları yanıtlayarak, kitabını imzaladı. Yeraltında birçok alanda çalışan Kara, halen Maden Teknikerliği yapıyor. Sunuş konuşmasında; okulun sosyal çehresini genişletmek amacıyla öncelikle kütüphaneyi işlevsel hale getirme çabalarını anlatan Hasan Ali Yücel Lisesi Edebiyat Öğretmeni Üzeyir Karahasan, ayrıca, çalışmalarına devam ettikleri tiyatral şiir dinletisinin ipuçlarını da verdi.
Kütüphanecilik Kulübü’nün girişim ve çabalarıyla kotarılan etkinlikte, söyleşiden önce, fotoğraflarını sunan Alaaddin Kara öğrencileri adeta yerin altına indirdi. Söyleşi, Üzeyir Karahasan’ın sorularına, Kara’nın verdiği cevaplarla gelişti. “Maden dışında yazıyor musunuz?” sorusu, usta yazar İrfan Yalçın’la yaptığı bir sohbeti hatırlattı Kara’ya ve yazmak istediğini vurguladı. “Madenin dışına çık ve şiir çok oku” diyen Yalçın yeni bir kapı açmıştı Kara’ya.
“Yazar olup-olmadığıma okuyanlar karar verir” diyerek daha yolun başında olduğunu vurgulaması, iki şiir yazıp adını şaire çıkaran günümüz gençlerini düşündürdü.
Kitap çıkarmak amacıyla değil, günlük tutarak yazmaya başladığını belirten Alaaddin Kara, bu günlüklerin öyküye dönüştüğünü, sonra ZonKişot dergisinde yayımlanmasıyla hem motive edici, hem de bir zorunluluk duyumsaması halini aldığını söyledi. Yine, iki öyküsünden iki ayrı ödül de alınca sanatçı arkadaşlarının önerisiyle kitabını da çıkardığını belirtti. Eksiklerini görüp kendini geliştirme uğraşı verdiğini söyleyen yazar, gençlerden özellikle “çok okumalarını ve günlük tutmalarını” istedi.
Öykülerinin kötü sonla bitmesi, karamsar havayla verilmesini eleştiren arkadaşlarını da dikkate alarak, o yönde de çalıştığını söyleyen yazar, yaşadığı ortamın, diline de yansıdığını, olumsuzlukların öykülerini etkilediğini belirtti.
Kara, “Öykümü öyle yazmam gerekir ki; okuyanı, kuyudan madene indirebileyim. Yine o şekilde kuyudan çıkartabileyim” dedi.
“İyi fotoğraf” konusunda; “Herkes kendi görüşüne göre değerlendirir” diyen Kara, realist-gerçek fotoğraflar çektiğini, bu tür resimleri beğendiğini belirtti.
Yazar gözüyle Zonguldak’ı değerlendirmesini isteyen öğrenciye, “İçinde yaşayana dert, gidene geri dönmek için dert!” derken; içindeyken yaşanan sıkıntıların yönetimin hatası olduğunu da vurguladı.
Son olarak, “TTK ocakları ile özel ocaklar arasında fark var mı?” diye soran öğrenciye, “Dağlar kadar fark var” vurgusunu yapan, bunu da sendikaya bağlayan Kara, “İş ve sağlık güvencesi yok. Diğer haklar için de ancak sendika kanalıyla mücadele etme şansları var” dedi.
Etkinlik kitap imzası ve toplu fotoğraf çekimiyle sona erdi.

Şu adresten alıntıdır: http://www.haber7yaman.com/guncel/alaaddin-kara-liseli-genclerle-oyku-ve-fotograf-konustu-h4878.html


Alaaddin Kara liseli gençlerle öykü ve fotoğraf konuştu!

Alaaddin Kara liseli gençlerle öykü ve fotoğraf konuştu!

22 Aralık 2012 Cumartesi 20:33

 

Zonguldaklı öykü yazarı ve fotoğraf sanatçısı Alâaddin Kara 19 Aralık Çarşamba günüZonguldak Hasan Ali Yücel Lisesi öğrencilerine fotoğraf gösterisini sunup öykü kitabını imzaladı. Öğrencilerle öykü ve fotoğraf üzerine bir söyleşi de yapan yazar, Maden Teknikeri olarak çalıştığı maden ocaklarıyla ilgili soruları da yanıtladı.
Kütüphanecilik Kulübü’nün girişim ve çabalarıyla organize edilen etkinlikte, söyleşiden önce, yeraltında çalışan işçileri görüntüleyen fotoğraflarını izletti.
Yazar olup-olmadığıma okuyanlar karar verir!”
Kitap çıkarmak amacıyla değil, günlük tutarak yazmaya başladığını belirten Alâaddin Kara, bu günlüklerin öyküye dönüştüğünü, sonra ZonKişot Dergisinde yayımlanmasıyla hem cesaretlendiğini hem de kitaplaşmanın bir zorunluluk halini aldığını söyledi. İki öyküsünden iki ayrı ödül alınca sanatçı arkadaşlarının önerisiyle kitabını da çıkardığını belirtti.
Gençlerden özellikle çok okumalarını ve günlük tutmalarını istedi. Öykülerinin kötü sonla bitmesi, karamsar havayla verilmesini eleştiren arkadaşlarını da dikkate alarak, o yönde de çalıştığını söyleyen yazar, yaşadığı ortamın, diline de yansıdığını, olumsuzlukların öykülerini etkilediğini belirtti.
Öykümü öyle yazmam gerekir ki; okuyanı, kuyudan madene indirebileyim. Yine o şekilde kuyudan çıkartabileyim.”
İyi fotoğraf konusunda; “Herkes kendi görüşüne göre değerlendirir!” diyen Kara, realist (gerçek) fotoğraflar çektiğini, bu tür fotoğrafları beğendiğini belirtti.

Karakuş
























1: geçen ve kalan

buğusu  akardı aynanın
camlar ıslatan durak başlarından
akşamın çatlaklarına

bulaşık kovaları ve su kapları
odalarla yıkanırdı yağmur yoksunları

bozkır bakışlarını yalasa
birdenbire aklına düşerdi
şehveti çamurlu akan
rüzgâra karşı koyan
yağmurlarda açan adamdı
“adım Ali / hani benden evveli…”

sen denli yorgundu yaban
çukurlarına toprak oturmuş
ve ince kalemle yontulmuştu

iki adın kaldı senin
geçen ve kalan
geçip de kalanları saymadan
küllerinde savrulan bir yalan

sararmış otların gizinde akşam postası





















2: ses

içlerinden güneş geçerdi ılık
sert bakışlı baykuşlar
katbekat yollar yokuşlar yerine

üzümlerden yansıyan ışık
dalların pütürlü kıvrımı
dizinin dibinde kımıltıları
arkada kavunların baygın salınışı
kardeş dişiyle sulanışı
ve tok sesleri tekerlerin
katırların terli yelesi

içte kopan içte kalan coşku
ona benzer bir türkü derinlerde

köyün büyüyen gürültüsü
çeşmeler boyu insan
insan boyu ses
… nefes

içleri düğümlenirdi baygın
griye çalan gölgeler şimdi
uzayan günlerin geceleri

ötelerde bir tıkırtı
gıcırdayan yaylar
elektriğin vınlaması
kımıltısı sineğin
omuz başında da örümcek
dilli, kıllı, sessiz, kara
büyüyen bacaklarıyla artan
duvarda ikilenip üçlenen
yatağın altından üstüne dörtlenen
gözleri cam kesiği
kesik bir nidayla çoğalan

bir acı etinden canına
acılı çıngırak sesi
ağlamaklı ses ya da sessiz
duvar boyu ses
… nefes

Erdal Öz'ün saçma adamı-2



Evliliklerinin yedinci gününde çingene mahallesinden geçerken çocuklardan adamakıllı dayak yiyip kendinden geçer. Ayıldığında evindedir ve karısı ona “iki günlerinin kaldığını” söyler; bu iki günün ne olduğunu, nereden çıktığını anlayamaz ve içi korkulu bir sevinçle dolar. Dokuzuncu günün bitiminde işler iyice değişir. Karısı yataklarının iki kişilik olmadığını, artık odasında yatacağını söyler. Kadını haklı bulur, yatak gerçekten dardır üstelik cinselliğe de biraz doymuştur. Bir ay sonlandığında kadın ona hiç yaklaşmayacak, acıyacak, kızacaktır. Zaten karısını tanımakta başarısız olan koca, böylece daha yalnız ve çaresiz kalacak, ne kadar yalvarsa fayda etmeyecek, mutlu geçen dokuz günün anılarıyla avunacaktır. Rahatlığı ve doygunluğu tattığı dokuz gün… Güzel karısının her yerini, her köşesini -örneğin koltukaltlarının- yeni baştan öğrenmek istediği mutluluk günleri… Ah, bu günler geride kalmıştır!

Karısı onu yatağına almayalı, kiracısı olacak arsız adam ona saygı gösterilerinde bulunmaya, evin içinde pijamayla dolaşmaya, yemek tahtasının başına hayvanca kurulup yemeğini tıkınmaya, geğirmeye, yataklarına teklifsizce uzanıp uyumaya, hatta eşek gibi horlamaya başlamıştır. Yaz başlangıcındaki aşırı sıcaklarda pijamalarını da bırakıp don atletle dolaşmaya başlar. Fakat o aileden biri değildir ve bu kabahatlerinin bir özrü, bir karşılığı olmalıdır. Olmalıdır da karısı bir şey demedikten sonra, hatta karısı da eski titizliğini yitirdikten sonra elinden ne gelir? Beterin beteri vardır, ya o dayanılmaz sıcaklar geldiğinde sofraya çırılçıplak oturursa… Yapar mı? Öldürürdü onu; hayır, bunu düşünmek bile iğrençtir. Öldüremez. Arsızlaşan kiracısı, onun korkulu düşüne bir adım daha sokulur, karısının odasına girince adamı üstü çıplaklaşmış bulur. Kan tepesine sıçramıştır ama karşısındaki adam utanmadan yüzüne gülmekte ve “benim de karnım acıktı beyefendi” gibi sözler söylemektedir. Fakat o… Bu adama iki laf edebilse… Yapamaz, tek yapabildiği odasına dönünce anahtarı olanca gücüyle kapıya fırlatmaktır. Böylece saçma geri gelir, başköşeye kurulur. Gidişat akılla uyumsuzdur yine ve uyum sağlanmadan saçma ortadan kalkmayacaktır. Gelgelelim “uyum” nasıl sağlanacaktır?

Yemeğin ardından bir bahaneyle odasına çekilir ve anında uyur. Uyandığında henüz güneş doğmamıştır. Az sonra karşı kapının açıldığını, ayak seslerinin yukarı çıktığını işitince hiç yapmadığı bir şeyi yaparak karısının odasına kapıyı çalmadan girer. Uyuyan karısının göğüsleri açık, bir bacağı yorganın dışındadır ve bir iki yerinde morluklar görür. Ne var ki karısını o halde görünce odaya gelme nedenini unutturur ve koltukaltlarına doğru sokulurken yatağın öbür yarısının çukurlaştığını, ikinci bir yastık olduğunu, bu yastığa bir iki kısa saç yapıştığını fark eder. Titrer. Hiçbir söz edemeden, kapıyı hızla çarpıp sığınağına kaçar ve ağlamaya başlar.

Aldatılmaya bile derli toplu bir tepki veremeyen adam, kiracısıyla karısının şiddetlenen ilişkisini uzaktan izlemeye -bir nevi uyumlu olmaya- başlar. Kiracının usta yalanlarını, güzel özürlerini hayranlıkla karşılar ve aynı durumda kendi olsa işin içinden sıyrılamayacağını düşünerek bu adamdan korkmakta haklı olduğuna bir kere daha inanır. Çaresiz, yalnız ve suskundur. Bu durumu değiştirmeye, eşiğin bir adım ötesine bile geçmeye çalışmaz. Elinden bir şey gelmeyeceğine olan derin inancı içerisinde yepyeni kurgular yapar. Onları sevişirlerken ne kadar çok görmek istediğini anlar; ikisini aynı yatakta çırılçıplak, bildiği birleşme durumlarında… Fakat böyle anların birinde aniden yatağından doğrulup dışarı fırlar, gürültü çıkarır, yerden yarım bir tuğla parçası kapıp beklemeye başlar. Karısı taşlıkta görünür, ona bakar. Oysa karısının bir şeyler demesini beklemiştir; umduğunu bulamayınca çıkar, gider, kimse “dön” demez. Gecenin serinliğine bırakır kendini, öylece, hiçbir tasası olmadığını düşünerek yürür. Gerisingeri eve dönünce gürültü çıkarmadan odasına girer ve yüzüne yerleştirdiği taze gülücüğüyle uykuya dalar. Saçma kavramını iliklerine kadar duyan adam, davranışlarıyla o uyumu yakalar. Bir başka deyişle saçmayı temsil etmekten çok, saçma duygusuyla yaşamaya ve ona uyum sağlamaya mahkûm bir kişidir.

Odasında karısı, arkadaşı ve elbette kendisince yalıtılan adamın günleri birbirine benzerken bir sabah bu kısır döngü işletilmez. Kiracının evde olmadığı bir gün karısı onu yemeğe çağırır. Koca, bu daveti kazanç hanesine katmaya dünden niyetlidir. Kadının ilk yemeği onun tabağına koyması, “yeşil salatadan da alsana” demesi, belirgin bir farklılığın yaşanmakta olduğunu gösterse de sorgulama yeteneği ya da düşüncesi hiç gelişmemiş bir hayat acemisi için tüm bunlar kazanç kabul edilir. Eksik, mutsuz, kötü, pis olduğunu düşünen adamın, aldatılmışlığı tüm yönleriyle sineye çektiğini görürüz: “Sinemaya gitmek ister misiniz?” Mantosunu alırsa üşümeyecektir; ama kadının “mantom yok” yanıtı bizimkini yine savunmaya iter. Karısıyla hiç ilgilenmeyen, düşüncesizin tekidir. Kısa süre önce sarf ettiği tüm kötücül sıfatlar asıl kendinde mevcuttur. Karısına karşı tutumuyla sürüden kopamamıştır ama bu gerçeği ona bir manto alarak değiştirmek ister. Kocalığı henüz öğrenemediğini, evlilik konusunda kendisinden daha deneyimli olduğunu belirtir ve daha der demez bu sözünden pişmanlık duyar. Yeniden patavatsızlık yaptığını düşünerek özür dilemeye, kendisine yeni sıfatlar yakıştırmaya, konuştukça konuşmaya, saçmalamaya devam eder. Bu seyri koyulaştırmak için ilginç bir yol dener: “Dün kendimi öldürecektim.” Geceki başarısız tasarısını unutturan ve kendine uygun bir manevra alanı yaratan yalanını açık vermeden sürdürür. Kendini öldürecek kadar kederli ve aklı başındadır ama yapmaz. Çünkü ölüm, en kolay çözüm yoludur. Dediğimiz gibi saçma duygusuyla boğuşsa da kendince akıllı kararlar veren, uyumlu bir kişidir o. Bu nedenle saçma duygusunu hepten güçlendirecek bir intihar için uygun kişi değildir. Hem ölümün saçmalığını annesinden de bilmektedir. Sonuçta dengeyi bularak karısına dönmeyi seçmiş, ondan öz dilemeye gelmiştir. “Her şeye yeni baştan…” diye söze girer, bir yandan da hıçkırmaktadır. Bunun üzerine kadın gebe olduğunu söyler.

Karısının gebeliği, taze bir umut ve heyecandır. Mutluluktan sarhoşça dolaşmakta, o güne değin şarkı söylememesine karşın sokaklarda şarkılar söylemektedir. Baba olmak, kendine ait yeni şeylere sahip olmak demektir. Derken kiracısıyla karşılaşır ve onu özlediğini, ona ihtiyacı duyduğunu anlar. Kiracının dün gece onu aradığını söylemesi, bir önceki bölümde kadının uydurma ölüm planına olan ilgisinin kaynağını açık etse de adam bunu algılayamaz. Kiracının ucu açık laflar etmesi bile onu yeterince kuşkulandırmaz. “Çocuğunuz var mı?” sorusuna “yok ama olabilir” ,”çocuk yapmak enayiliktir” sözleriyle yanıt verir kiracısı. Karısının hamile olduğunu müjdeleyince kiracıyı önlenemez bir kahkaha tutar, diğeriyse duruma yalnızca sinirlenir. Kiracının gülmeye ara verip “ne çabuk gebe kaldı?” iğnelemesine bile tepki göstermez. Kafasında dolaşan tek tilki, bu haberi ilk kendinden duymamış olma olasılığıdır ki yalnız bu durum kiracının hep yenen, onunsa hep yenilen olmasına yeterlidir. Kızı olması istediğini söyler. Kiracı “kime benzeyecek” diye sorunca “annesine” der. Karısı gibi güzel bir kızı olacaktır. Öteki “kızımız” der, sarılırlar.

Yanlarına kattıkları bekçiyle bekçinin oğlunun dükkânına bu haberi kutlamaya giderler. Yolda basit bir sözleşme yapar: “Bekçiye para verdirtmek yok, ne harcarsak yarı yarıya.” Kiracı “doğacak kızımızın şerefine,” diyerek kadehleri devirmeye koyulur, bu konuda son derece deneyimsiz olan baba adayıysa öksürür, tıksırır, gözlerinden yaşlar boşaltır. Yanan sigaradan kendi sigarasını yakmayı bile beceremez. Fasıl bitip hesap gelince arkadaşı kâğıdı ona uzatır. Baba adayının arkadaşına ilk diklenmesi burada gerçekleşir. “Ben mi ödeyeceğim?” diyerek yoldaki sözleşmeyi hatırlatınca kiracı üstelemez. Çıkardıkları beşliklerden masanın üzerine bırakırlar. Dükkân sahibi geri dönüp paranın eksik olduğunu söyleyince gözler ona çevrilir. Tamamı, onun beş lira eksik verdiğinde hemfikirdir. İçkinin de etkisiyle ikinci kez diklenir: “Yetti artık, ben hırsız mıyım?” Bir yandansa budala yerine konduğu için ağlamaklıdır. Sonunda kiracı bir beşlik çıkarır ve sorun çözülür. Böylece kutlama biter. Eve, odasına vardığındaysa parayı eksik veren kendisi olduğunu fark eder. Parasını birçok kez sayar ama sonuç değişmez: Demek ki hepsi haklıymış!




Arkadaşına ilk kez güçlü sayılabilecek bir tavırla -o da sarhoş denebilecekken- karşı koyan adam, eksik verdiği para yüzünden suçluluk duyar. Birdenbire karısının kapısında biter. Çekinerek içeri girdiğinde karısını ateşler içinde, hasta bulur. Ne yapacağını bilememenin tedirginliğiyle en basit çözüme sarılarak tavan arasına koşturur. Karısını kiracısına bırakarak sorumluluk almayacaktır. Bu sırada avucunda sıktığı beş lirayı kiracının ayaklarının dibine -yüzüne değil- fırlatması, iç dengesini sağlamanın da bir yoludur. “Haklıymışsınız özür dilerim.”

Sorumluluktan kaçan adamın kiracısına duyduğu hayranlık hastalık süresince iyice pekişir; öyle ki karısına doktor getirmiş, ilaç almış, karısının başından ayrılmamış, bir kocanın yapması gereken her şeyi yapmıştır. Bütün süreç boyunca izleyici rolünü üstlenen kendisi ise kadının düzelmesiyle havalara uçar. Alımlı karısını avluda görünce geçmiş olsun dileklerinde bulunur, yanına oturur, dizini dizine değdirir, kızlarını sorar. Kadının yüzündeki acımsı gülümsemeyi ise sorgulamaz, yalnızca güzel bakışına, dudaklarını güzel ısırışına takılmıştır.

Yorgun kadını yatağına yatırırken çocuğun yakında doğacağına ilişkin “Daha evleneli altı ay bile olmadı”yı neden kullandığı belirsizleşir. Bu silik ifade karısını hafiften titremeye yeter, kadın duygularını gizleyememektedir ama o, üsteleyip de onu üzmekten çekinir ve kadının yerine kendisi konuşur: “Elbette erken doğum diye bir şey olduğunu biliyorum.” Sonra karışık duygularla onu sevmeye başlar, elleri saçlarına gider. Kadın sessizce ağlamaya, devamında sesli sesli hıçkırmaya başlar. Karısının hüznünü engellemek için avutucu sözler söyler. Saçlarından bileklerine kayan elleri, kollarına oradan bilinçsizce koltukaltlarına gitmeye, koltukaltlarını ovalamaya, okşamaya dönüşür. Elleri memelerine, oradan meme uçlarına gider, uzanıp dizkapağını öper, dizinin alt kuytusuna sokulup dilini sürter. Güzel karısını avutmak için başlayan eylemleri başka bir hedefe yönelmiştir ki kadın fısıltıyla “Ne iyisin!” der. Altı aylık evliliklerinde aldığı tek olumlu karşılık bu sözdür ve bu yüzden hem hüzünlendirmeye hem rahatlatmaya yeterlidir.

Kitabın son iki bölümü, düğümlerin çözülmesinin yanı sıra yazarın romanı yazma amacını açık eder. Kiracı, yanan ışığını görerek odasına gelince başından beri en uzun ikinci konuşmayı (ilki kahvedeki tanışmalarındaydı) yaparlar. O sıra adam, Gogol’un Palto’sunu okumaktadır. Kiracının “Sevgili güzel karımız” demesine “Karımız mı dediniz?” şeklindeki düzeltme sorusu kiracıyı püskürtmeye yetmez: “Evet, ‘karımız’ dedim. Bir şey mi oldu?” Bu denli açık bir saldırı karşısında ne yapacağını bilemeyen ev sahibi -ki bu konumda kimin kime sahip olduğu tartışılır- hep yaptığı gibi savunmaya çekilir ve garip bir teşekkür cümlesiyle konuşmayı sürdürür: “Onu siz iyileştirdiniz.” Karısına adamakıllı kocalık yapamayan adamın doğacak çocuğu sahiplenmeye çalışmasına da karşılık gecikmez: “Kızımız.” Burada, yine adamın “Ama evleneli altı ay bile olmadı” ifadesi, onda sorgulama, çözümleme yeteneğinin hiç mi hiç gelişmediğini gösterir. Arkadaşının karşısında gülünç duruma düştüğünün ayırdına bile varamaz. Arkadaşının mantığı ise açıktır; bunu kurcalamamalı ve dahası buna alışmalıdır. Alışmaksa zaten en iyi bildiği şeydir. Karısıyla bu altı ay sorununu konuşurken erken doğum sığınağına koşturan adam, arkadaşının “babası sen olacaksın” ifadesindeki gerçeği anlayamaz; oysa arkadaşı bu gece, onu bütün gizemlerden kurtarmaya niyetlidir: “O bizim karımız,” der, “ikimizin kadını.” Eklemeyi de unutmaz: “Ama sen sıranı savdın, artık ona dokunmak yok.” Bu sözler ardından gelen yeni saldırı, kahramanımızı perişan edecek niteliktedir. Palto öyküsünden yola çıkarak onu bir roman kahramanına benzetir, elbette bu kahramanı var eden bizzat kendisidir. Öyle bir kahraman ki gerçek hayatta yaşaması olanaksız, düpedüz yaratılmış biri: “Dostum bilmem farkında mısın, seni yavaş yavaş değiştiriyorum ben. Seni baştan yoğurmak, sana bir kişilik kazandırmak gerek. Her şey olabilir senden. Senden istenilen her tipte insan yaratılabilir.” İlk başta arkadaşının bu sözleriyle övünmesi, onun özgünleşmesinin ne kadar uzak ve zor olduğunu ortaya koyar. Ötekiyse ısrarla devam eder. Onun hamuru, testi çamuru gibi şekil almaya o kadar uygundur ki istediği her kimliği yaratabilir; bir işkenceci, bir ajan, bir cellât hatta. Konuşma bu doğrultuda sürerken hayranlıkla arkadaşını izleyen adam yine kendini rahatlatacak savunma mekanizmasına sığınır ve ondan korkmakta ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlar. Burada söz yeniden kadına dönünce, arkadaşının en doğrudan saldırısı gelir: “Bak şimdi kalkıp odadan çıkacağım, onun odasına geçeceğim. Gözlerinle göreceksin bunu. Soyunup koynuna gireceğim. Doğum bu kadar yakın olmasa, onunla sabaha kadar sevişirdim. Yani senin karınla. Sen de burada bizim sevişme seslerimizi dinleyip o şahane otuzbirini çekerdin.” Yine arkadaşının “Biliyor musun, iyi bir adamsın sen” nitelemesi de karısını anımsatır.

Kitabın son bölümünde odasına sıkışmıştır. Başından beri kendisinden üstün gördüğü kişilerin ağzıyla konuşan, benzer davranışlarda bulunan kahramanımız burada kendiyle hesaplaşır. Hatta yer yer derin çözümlemelere girişirken ilk kez acımaz kendisine. “Zavallıyım,” der ve yaşadığı odanın yeni kovuğu olduğunu düşünür. Yeniden başlamayaysa gücü yoktur, öyle ya korkağın tekidir. Bu kötücül ama gerçekçi değerlendirmenin herhangi bir sonuca bağlanıp bağlanmayacağı okuyucuyu merak ettirse de bu beklentiyi yine kahramanımız giderir: Daha da yalnız kalmıştım. Yaşamamda delik deşik bir şeyler vardı. Hep bir şeyler eksik olmuştu bende. Bunu daha önce de sezer gibi olmuştum, ama hep örtmüştüm üstünü, anlamazlığa, bilmezliğe vurmuştum kendimi. Ah, insanın kendine düşkünlüğü, kendine toz kondurmayışı ne yanlış bir şey. Şimdi bunun cezasını çekiyorum. Çünkü bütün yanlışlarım artık yüzüme vuruluyor. Yüzüme vurulduğu anda yadırgıyorum, ürperiyorum, haksızlığa uğramış buluyorum kendimi, ama üzerinden biraz zaman geçince asıl haksız olanın ben olduğumu anlıyorum. Ah, nasıl zavallı, nasıl ilkel, nasıl aşağılık buluyorum.

            Karısıyla arkadaşının altı ay içerisinde kendisine dair kullandıkları tek iyimser sözün anlamını sorguladığını görürüz: “İyi biri miyim?” İyiliğin ne olduğuna ilişkin felsefi çıkarımlar önem kazansa da kahramanımızın akılcılığını öne çıkardığı bu bölüm roman içerisinde pek bir yer kaplamaz ve bu çıkarımların peşi sıra birdenbire müdür aklına düşer. “Yeni bir başlangıca mı soyunuyor?” diye düşünebilecekken yeniden karısını özlemesiyle bu seçenek de geçersizleşir.

Arkadaşıyla konuşmasının üzerinden dört gün geçmişken yemeğe bile çağırmamıştırlar onu. Sonra “Biraz dolaşsam…” diye düşünür ama bu düşünce de aynı sona yazgılıdır. Kafasından benzeri düşünceler geçerken son görünümüyle karşımıza çıkar: Birden odanın ortasında, yerde çırılçıplak olduğumu fark edip kendimden utandım. Dört gündür bu odada çırılçıplak mıydım ben? Ama niye? Niçin çırılçıplaktım? Kalktım, hızla giyindim. Ortası karanlık sırları dökük aynada sakalları uzamış çökük yüzümü gördüm, hiç sevmedim. Ayakkabılarımın bağlarını bağlarken niye giyindiğimi düşündüm birden. Çıkaramadım. Giyindiğime göre çıkmalıydım odamdan. Sokaklara çıkmalıydım.

Kitap, kendi iç değerlendirmesini yapan adamın dışsal değerlendirmesini yapmasıyla son bulur. Adam evden sessiz, tıpkı bir hayaletmişçesine çıkar gider. Böylece Odalarda’da uyum bozulmuş, aklın saçmaya karşı sağladığı denge kaybolmuştur. Bu yönüyle Albert Camus’nün “hayatın bir anlamı vardır / olmalıdır” düşüncesinin aksi yönde hareket eder ve tam bir karamsarlık, çıkmaz, hatta hiçlik evresine geçer. Son haliyle hayatla hiçbir bağı kalmayan, mutsuz, huzursuz, topluma tamamen yabancı bir kişi konumuna gelmiştir. Kendisini tehdit eden kiracı, onu hayata bağlayan tek durumdan -karısından- koparmış, böylece varlığını da anlamsızlaştırmıştır. Kahramanımızın aklını devreye sokarak bulduğu uyum, denge hâlleri tamamen yok olduğundan yabancılaşmanın da sonuna ulaşmıştır. Yalnızlığında, mutsuzluğunda, umutsuzluğunda öyle benzersiz bir seviyeye ulaşmıştır ki boğulmamak için hiçbir nedeni kalmamıştır. Uyum bozulduğu için artık saçma duygusunu yaşamanın ötesinde saçmayı da temsil eden bir kahramana dönüşmüştür.

Erdal Öz, edebiyatımızın unutulmama kapısından Odalarda’yla da geçerken sonraki kuşaklara muazzam bir esin kaynağı sunar.


Erdal Öz'ün saçma adamı-1




“Soğuk bir gündü.” cümlesiyle başlayan Odalarda[1], henüz ilk satırlarından itibaren kötücül bir havaya bürünür. Havuz boştur, ağaçlar çıplaktır, yukarılardan gri bulutlar geçiyordur. Erdal Öz’ün daha ilk sayfadan serpiştirdiği bu betimlemeler boşuna değildir ve romanın da benzer bir yoldan gideceğinin işaretlerini verir.

Herhangi bir adın niteliklerine sahip olmadığı için kimsenin adıyla ya da herhangi bir sıfatla seslenmediği adamın dünyasındaki olumsuz havanın kaynağı, annesinin yokluğundan dolayı düştüğü büyük yalnızlık çukurudur. Bu boşluk beklenenin aksine acıyla örülmeyecektir. Annesini yitirmesine ilişkin tek üzüntü sözcüğü kullanmayan adamın esas kaygısı, yılların getirdiği alışkanlığının yok olmasına ilişkindir. Kimseyle ilişki kuramayan, bir başka zaman insanı olan kahramanımızın bütün sıkıntısı; annesiyle doldurduğu zamanın alışkanlığıyla oluşan boşluğu nasıl kapatacağını bilememesindendir. Çerçeveye daha yakından bakınca yeni kötücül bakış açılarının da filizlendiğini görürüz. Bir kere hiçbir dostu bulunmayan kahramanımız annesinden zaten bıkmıştır ve onun ölümünü bile hatırlamak istemez. Bu nedenle ona ait ne varsa ölümünün henüz üçüncü gününde atar, satar, yakar, yok eder. Evde annesine dair tek bir anı bırakmaz. Bu eylemle ilk başlarda üstünkörü bir bağımsızlık duygusuyla dolduğu anlar olur.

(…) onsuz olmasını dilediğim odayı -evet- onsuz buluyordum.

Annesinin cenazesini ne yapacağını, nasıl ve hangi parayla kaldıracağını bilemez. Mecburen müdürüne çıkar ve durumu anlatır. Müdürün cana yakın, içli, gözlerinin içine bakan ve epeyce kadınsı yaklaşımıyla biraz rahatlar. Yine de kuyruğunu altına alıp oturmuş, sahibinden korkan bir köpek psikolojisinden kurtulamaz.

Annesinin yaşamında sandığından çok daha derin bir boşluğu doldurduğunu her an yeniden anlamaya başlar. Evde, evin odalarında yalnız kalmak, o güne değin onu idare eden alışkanlıklar dizgesine benzememektedir. Uykuları bölünür, odanın ışığını kapatmadan yatar ama bu evde, bu kasabada tek başına yaşamak kolay değildir.

Yeni yaşamına başlayalı, yeni alışkanlıklar edinmeye çalıştığından sık sık kahveye uğrar. Orada ısınır, tembel tembel çay içer, oranın önünden geçen insanların camdaki kırılmalarını oyunlaştırarak seyreder. Gide gele bir adamla tanışır. Kendisi hakkında uzun ve detaylı yorumlar yapar yeni adam ve onu sohbetine çekmeye çalışır. Ardından bir falcı edasıyla insanları çözümlemeye başlar, ilk başta da kahramanımızı. Dairede küçük bir memur olduğunu, masasında yazı makinesi olduğunu, evli olmadığını bilir. Zaten onun dostu değil tikleri vardır ve savunma halinde insanlardan kaçar. Küçükken çok sivilceli bir yüzü olduğu için devamlı elini yüzüne götürmektedir. Ayrıca kadınlar hakkında tam bir cahildir ve kendini çirkin bulur. Yeni adam, başkaları hakkında da büyük hikâyeler, yaşam öyküleri kurgular. Ötedeki ilerici savcı, umarsız bir avukat olmuştur… Ama kimdir bu yeni adam? Polis, belki sosyalist? Bu ilginç adam karşısında bocalayan kahramanımız etkilenmekten kurtulamaz.

O günlerde ev sahibi evi boşaltmasını ister. Sabahlara kadar ışığının yandığını, pis işler çevirdiğini, tek başına yaşayan bir bekârı evinde barındırmak istemediğini, hatta iki aylık borcunu da almayacağını ama hemen evi boşaltmasını söyler. Adamın “Işığı kitap okumak için kapatmıyorum.” türünden masum yalanlarına ev sahibi inanmaz. Zaten koca bir evi dolduramayacağından oda aramaya başlar ve iş arkadaşına durumu açar. İçindeyse tarifsiz bir sevinç vardır. Bu güçlü ikilem, iş arkadaşının başsağlığı dilemesiyle daha da güçlenir. İşin olumsuz yanlarına takılmayan kahramanımızın “Ne iyiydi; düzenli, yaşamayı seven, az da olsa dostları olan biriydim artık” yönlü iç değerlendirmeleri insanların yaygın değerleriyle enikonu ters düşecek türdendir, hatta ilk fırsatta yeni bir ayakkabı almayı, annesinin de yaşamını işgal etmediğinden ilk aylığıyla borçlarını kapatıp üstüne başına çekidüzen vermeyi tasarlar.

Kahramanımızın nasıl köksüz bağsız, inançsız, hatta geçmişsiz, umutsuz, dolayısıyla topluma yabancılaşmış bir birey olduğuna dair birçok ayrıntı birikmeye devam eder. Dolayısıyla Odalarda, varoluşçuluğun özelliklerine sahip bir roman görünümündedir.

Lokantada karnını doyurunca kendini kahvenin önünde bulur. Gözü, geçenlerde tanıştığı adamı arar ve çok geçmeden bulur. Bizimki, bugünün güzel bir gün olduğunu ve bu yüzden keyiflendiğini ve hep böyle olduğunu, mevsim değişikliklerinde şaşkınlaştığını, baharın gelmesinden çok kışın gidişine sevindiğini söyler. Buna karşın oda aramaktan dolayı sıkıntılı olduğunu da belirtir. Diğeri ise kısa bir sessizlikten sonra müjdeyi verir: Tam ona göre bir oda biliyordur. Kendi kaldığı evin bir odasında pekâlâ kalabilir. Dul ev sahibi hoşça bir kadındır ve onu ikna edebileceğini söyler. Kendisinin tavan arasında oturduğunu, ev sahibinin her işini gördüğünü, bunun bekâr bir erkek için bulunmaz nimet olduğunu ekler.



[1] Erdal Öz, Odalarda, Can Yayınları, 1999




Ertesi gün sözleştikleri saatte kahveye gider ama kısa bir gecikmeyle. Özellikle gecikir, adamı bekletme düşüncesi ona cinsel denebilecek, vazgeçilmez bir haz yaşatır. Ne de olsa karşısındaki adam bambaşka, kendisine göre çok ama çok üstün biridir.

Dul, sarışın, genç, yuvarlakça, hoş bir kadın olan ev sahibine dair ilk izlenimleri olumlu olur. Adamın duyguları tek başlı ve doyumsuz bir noktaya ulaşır: sevinç. Ev sahibi kadın için gizleyemediği duyguları, romana erotik bir tat katmaya başlar. İçindeki kadın özlemi, dahası kadınlara karşı çekingenliği giderek romanın egemen duygusu olur.

Hem odadan hem de sahibinden hoşnut kalınca hemen taşınır, zaten eski evinde vakit geçirmek istememektedir. Yadırgadığı bir sevinç ve bilemediği bir tedirginlikle odaya yerleşir. Arkadaşı her ne kadar müthiş bir insan da olsa ondan çekinmekte, hatta korkmaktadır; buna karşın odasındaki ilk gecesinde ışığı kapatıp mutluluk ve huzur içinde uykuya dalar.

Ertesi gün ev sahibini avluda bacakları açık görünce aklı başından gider. Olduğu yerde donar, kıpırdamadan izler; kadın onu fark edip bacaklarını örtse bile görüntüyü belleğine çoktan kazımıştır. Sesi titrer, bedeni titrer, içi içini yer, kendini yatağa atar, sarışının niyetine yastığa sarılır, onunla boğuşur, yastığı hoyratça ezer, öper,  koklar. Onunla ölümü kurgular.

Kadın yalnızca kendisine karşı mı bir gariptir bilemez öyle ki geldi geleli onunla hiç konuşmamıştır, bu durum sevincinin egemenliğini daraltan önemli nedenlerdendir.

Arkadaşıyla sarışından söz edişlerinde dikkati çeken nokta güzel sıfatlar, değerlendirmeler ve benzetmelerdir: “Ev sahibimizin sarışın güzelliği”, “dupduru bir kadındır”, “çok net bir kadındır”, “çok açıktır”, “suskun bir kelebektir”…

Yepyeni bir yaşama kavuşan kahramanımız mutluluktan uçmaktadır. Tüm bunlar gerçekleşirken müdüre olan para borcunu öder. Müdürün karşısında yine ezilip büzülmüş, müdürün ince tavırları ise yine dikkatinden kaçmamıştır. Üstelik bir ara müdür onun evli olup olmadığını sorar. Müdürün hitap biçimini ve çeşitli davranışlarını sanki süzgeçten geçirir. Müdürün şu sözleriyle bocalar: “şekerim”, “Seni çok beğeniyorum”, yine “şekerim”, “ne hoş bir insansınız”, “bir gün birlikte olalım”… Konuşma sürerken elini omzuna bastırması, yüzünü okşaması kahramanımızın karışık kafasını adamakıllı karıştırır.

Yeni odasında, güzel ev sahibine karşı güçlü bir gözlemci ve istekli bir erkek görünümündedir. Aklından geçirdiklerini, gözlemlerinin ayrıntılarına inince daha açık görürüz ama ne yaparsa yapsın kadın onunla konuşmaz. Kadını konuşturmak sandığından güçtür, bu güçlüğü arkadaşının düşüncelerini kendisi adına kullanarak gerçekleştirmeye çabalar:  “Kimbilir ne güzel yemekler yapıyorsunuzdur. Bu kadar güzel bir kadının yaptığı yemekler de kimbilir ne güzeldir. Zaten kadınlar, duygulu, içli, alıngan, pırıl pırıl yaratıklardır.” 

Kadın konusu başta olmak üzere, hayat karşısında oldukça beceriksiz, hatta düpedüz yeni doğmuş çocuk portresi çizen adam, bundan sonra ne zaman ev sahibi kadınla ilgilense ya da ne zaman kur yapma amacı gütse arkadaşının düşüncelerine sığınacaktır. Elbette özgün olmayan bu düşünceler onu daha yapaylaştırır, saçmalaştırır. Bir tür gecekondulaşmadan öteye geçemeyecektir bu tavrıyla, özellikle de kadınlar konusunda.

“Kadınlar, biz erkekler gibi öyle kapalı, duygularını gizleyen yaratıklar değillerdir. Biz erkekler kadınlardan daha çok konuşuruz, yalan bile atarız. Gerçekleri pek açık etmezler, ama gizleyemezler de. Onların içleri yüzlerine vurur.”

“Öyle güzel susuyorsunuz ki. Kelebeğin yemek yiyişi gibi.” 

Kahramanımız varoluşçu bir romanın birinci kişisi olarak saçmaya dair bir görünüm çizer. Ne var ki herhangi bir düşünsel dayanağı bulunmayan, topluma uyumsuz görünen, bu nedenle yabancılaşmış kişinin tam bir anlamsızlık içinde olduğunu söylemek de doğru olmaz. Romanın seyri içerisinde giderek anlam kazanan bir durum vardır. O da ev sahibi kadındır. Bu bağlamda diğer varoluşçulardan farklı olarak Albert Camus’nün yolunu izler Erdal Öz. Kahramanının davranışları saçma da olsa onda bir anlam vardır. Evet, belki yaptıkları saçmadır, zaten hayat da saçmadır ama öte yanda annesinin ölümünü görerek hayatın sonunun da bir saçma olduğunu anlar. Dolayısıyla geçmişi olmadığından, geleceğe dair bir hedefi de bulunmadığından şimdiyi yaşamak ister. Şimdi; ev sahibi kadındır, tutkudur, Meursault’un gerçekler karşısında yüzünü kuma gömmesidir.

Arkadaşına öykünmeyi o denli abartır ki sonunda hem kendini hem sıradanlığını bambaşka biçimlerde sunar. Sıradan kişiliğini ani bir hatip becerisiyle gizler ve sıradanlığının kadında da olduğunu iddia eder, hatta bu aynılığın onları toplumdan soyutladığını ama bunun kötü bir durum olmadığını belirtir. Öyle ki topluma yabancılaşmasını bile kadınla özdeşleştirecek, deyim yerindeyse “bizim kadar birbirine denk bir başka kadın-erkek bulunamaz” diyecektir. Evet, ben de sizin gibi, kimsesi olmayan, bir tek can dostu, bir tek konuşup dertleşecek arkadaşı olmayan bir ‘yalnız’ kişiyim. Babamı hiç tanımadım. Hiç bilmiyorum onu. Annem mi? Onu toprağa vereli daha bir ay bile olmadı. Başka da kimsem yok. Kolay değil. Ben de sizin gibi sıkılan biriyim. İçine kapanık biriyim. Sıkılmak benim ülkemdir. Evet, insanın bir sıkıntısı olmalı aslında. Sıkılmayan, sıkılmayı bilmeyen insanları hiç sevmem. Ot gibidir onlar. Ne kadar da çokturlar, biliyor musunuz? Onlar gibi olmak istemem. Sanırım siz de öylesiniz.

Kadın onunla hâlâ konuşmamış, hatta tepki bile vermemiştir. Gelgelelim adamın konuşacak kimsesi olmadığı gibi yanına düştüğü bu suskun kelebekten de vazgeçecek değildir. Böylece yalnızlığını doldurmayı tasarlar ve giderek davranışlarının bir koşullanma hâline büründüğünü görürüz. Ondaki saçma hâli bir seçim, bir irade gereği yapılmaktadır. Ne var ki davranışlarının akılcılığı tartışılabilir. Hâliyle romandaki saçma, roman kişisinin akılcı davranamamasıyla gelişir. Hatta yazarın saçmaya dair şöyle bir hedefi olduğu da düşünülebilir: Kahramanının davranışları, okurun akıl mantık terazisinde öyle aklı dışı ve anlamsızdır ki bu yargılar elbette saçmayı desteklemektedir.

Arkadaşının kapıyı çaldığını duyduğu bir gün kıskançlık nöbeti geçirir. Ev sahibi terliklerini sürüyerek odasının önünden geçip avlu kapısını açar. Açar ama merdivende hiçbir gıcırtı işitmez. Adam yukarı çıkmadığına göre… Yoksa? Yalnızlığın günlerdir her yandan onu kuşatışı, kadının arkadaşını odasına almasıyla doruğa çıkar. Yastığına sarsılır, unutmaya çalışır ama ne mümkün! Tam bu açmazda yeniden annesini anımsar ve ilk kez annesinden olumlu denebilecek bir havada söz eder: Annem, hiç olmazsa bir sesti, bir kokuydu, bir soluktu yanımda, bir yakınlıktı bana. Şimdi o da yok. Kimsem yok artık. Koskoca dünyada bir başınaydım.

Bu karmaşık duygular içinde kıvranırken kadınlar konusunda deneyimsizliğini itiraf eder. Bu eksiklik, onun kanayan yarasıdır. Kolay değil, beğendiği kadın -ya da hayatının anlamı- yan odada arkadaşıyla sevişmekte ve bu gerçek aklını başından almaktadır. Yan tarafta olup bitenler onu o derece sinirlendirmiştir ki ufacık bir şeye kızarak ev sahibinin karşısına dikilmek, onunla tartışmak ister. Tavan arasına ilerleyen ayak seslerinin peşinden harekete geçer. Nedense içeriden hiçbir tepki gelmeyeceğini düşünerek kadının kapısına dikilir ama sesini işitince ilk şoku, kadın karşısına çıkınca ise ikinci şoku yaşar. Kısacık bir gecelik vardı üzerinde. Küçük çıplak ayaklarından başlayan biçimli bacakları, diz kapaklarının üzerine doğru çıldırtıcı bir yuvarlaklıkla ince geceliğinin eteklerinde -yazık ki- bitiyordu. (…) İçeriden vuran ışık, butlarının ipek sarısı incecik tüylerini ışıtıyordu. (…) Geceliğin altında beliren toparlacık karnının biraz daha üstüne çıkarken açık kalan yakanın ortasında uçları görünmeyen göğüslerinin yuvarlak diriliği tenha bir boyunla sürüp gidiyordu.

Kadının sesini ilk kez burada işitir: “İçeriye buyurun.” Kaçamak bakışları, kadına dokunmak isteyip de kendini dizginlemesi, büyüyen erkeklik organını elleriyle gizlemeye çalışması, utanması, başını önüne eğmesi… Yeniden gözlerini kadından ayıramaması, pürüzlü sesiyle bulanan yeni utanç dalgası yaşaması, başını yine önüne eğmesi, dişlerinin birbirine vurması, kadın çok yakınına sokulsa bile bakmaya cesaret edememesi, oysa o dolgun göğüslerini görmek için tutuşması… Bu şok öyle etkilidir ki yine saçmalamaya başlar. Yalnızlığından, hiç kadın arkadaşı olmamasından, hatta kadınları hiç bilmemesinden, tek bildiği kadının annesi olduğundan dem vurur. Yani bir süre önce söyledikleriyle baştan ayağa çelişen sözler... Bu böyle sürecek, belki kadın onu avutacak diye düşünürken önemsiz bir temas her şeyi alt üst eder. Kadın elini onun dizine koymuştur; ama bu dokunuş adamı delirtmeye yeter. Diz çöker ve “evlenelim” der. Ağzından birdenbire dökülen bu söz, okura “hadi canım” dedirtebilirse de bir yaşam acemisi için şaşırtıcı olmayabilir. Evet, o kadar yabancısıdır ki bu işlerin akıldan çok arzuların diliyle konuşur. Öyle de olsa bir kadına sahip olması ve hayatının anlam kazanması demek, tamamen bilinçsiz bir tercih olamaz.

Bir bölümü sonlandıran bu temas ve peşi sıra gelen teklifin ardından romana “mutlu dokuz gün”ün damgası vurulur. Arkadaşının sayesinde çarçabuk evlenmişlerdir. Evlilik, onu hem kadın hem ev sahibi yapmıştır. Mutlu dokuz günde saçma ortadan kaybolmuş, roman kişisi hayatla ve zamanla uyumlu günler geçirmiştir.

Ben’dim, yani bir kadının kocası bir ailenin reisi, bir evin sahibi, bir kiracının evsahibiydim. Yani benim de -işimin gücümün dışında- bir evim barkım, bir sevgili güzel karım vardı.

Yepyeni biri olmuştur. Hele karısının, yani güzel kadının yalnız kendine ait olduğunu duyumsaması müthiş bir doygunlukla doldurur içini. Hatta evlendiğini bile karısının güzelliğine bağlayarak açıklar, örneğin iş arkadaşına karısını “Sarışınları sever misiniz?” biçiminde tanıtır.

Geceleyin


















gece gelir örter üstümü mor yelekli
görmez gibi yapar izlerim çıt çıkarmayan ellerini
usulca kayıp gider bir su damlası gibi
aklımı başımdan alır

sabah gene gelir açar gözlerimi sedef dişli
ağız dolusu gülünce dayanılmaz olur bu sevda
aklım onda kalır

Şarkılarla




Son kez teşekkür ettiğinde henüz kimsenin aklının ucundan geçmiyordu, “teşekkürler” adıyla bir şarkı sözü yazılacağı. Aslında öncesinde de sinyal sinyal üstüne, kadın erkek üstüne, yavuz hırsız ev sahibi üstüne defalarca gelmişti; ama aklın kalp üstüne geleceğini hiç düşünmemişti. Karşısındakinin beyne giden duyargadan sinirleri, onun kalbi titreten duygu telleri öncelikliydi. Her sinir tufanı, her titreyişi; her mantıklı davranış, her duygulanışı alt edecekti. Kader her daim kahpeydi.
Sinirmiş, telmiş derken gelip geçti kışlar yazlar. Kötü anıları kışkışlayarak, karalayıp yazarak, bazısında kızarak bazısında anarak; ama hepsinde eksiksizce koruyup kollayarak nasıl yarım kalınırmış, nasıl eksilirmiş tastamam yaşadı. Kulağına çalındı: “Öyle bir geçer zaman ki.”
Doğa, ona alışılagelmişin dışında bir doğa armağan ettiyse buna çaresiz katlanacaktı. Başka seçeneğinin olmadığını –intihar asla kurtuluş değil, kötü kurgulanmış filmlerin, romanların ucuz ve basit sonudur– er ya da geç, eksik ya da tastamam anlayacaktı. Su katılmamış benliği alaylara konu edilmiş, arkasından söylenen laflar ensesinden çok canını yakmış ne çıkar? Şarkısı bile yazılmamışken “ben böyleyim” diyerek gezerdi zaten.
Çocukluğunda anne babası onu öyle yetiştirmiştir ki yaşlandığını hissetse de yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı, başkasına yan gözle bakmayı, kötülük etmeyi aklının ucundan geçirmezdi. Oysa herkes onun gibi yetiştirilmemiştir. Bazısı vardı, adından çok yalanları söylenir bazısı ufaktan başlayarak varlığına göz dikerdi. Bazısı gönlüne bazısı canına kast etmişti. Sustu, ağır bir film gibi öykünün sonunu bekledi, henüz bestelenmemişken “gönül yareler içinde”.
Annesinin dizine başını koyardı, çıldırmış yaşamın bilinmeyen sayılı molalarında. Onun çizgileriyle hüzünlenirken kadının saçlarını okşayan ellerinin ağrılarını yatıştırdığını hissetmek gücünü tazelerdi. Ki, olanca haksızlığa, sayısız çirkefliğe bu denli vurdumduymaz kalırken şu kadıncağıza daha fazla değer veremez miydim der, hayıflanırdı. İlla profil mi gerekliydi utanmasına, sevgisini, ilgisini doğrudan göstermek için? Sonra ölümden değil, onun başına böyle bir şey gelebileceğinden korkardı. Herkes kadar bilirdi ki “dünyada ölümden başkası yalan”dı.
Önünde arkasında, sağında solunda, elinde avucunda tutunacağı takıntılar tükenince, zamanında özenle bağladığı avuntu demetinin ipi kim bilir ne zaman kopmuştu da o farkına bile varmamıştı, geçmişi içinde tazelerken. Ah geçmiş, aha geçmiş, niye geçmiş diye kırk bininci kez nidalarını sessizce içine akıtırken bekleyenleri tükenmişti. Yalnız tütüne güvendiğini iddia ederdi, arabesk bir rolü kendininkiyle çatıştırarak. Iskalamamak için peşinden eklerdi: Sönüp gitmişti, ateş yarasıyla. Bir de uzatmalı dostum dediği zamanın kucağına bırakırdı varlığını. Oysa almış başını yürümüştü nicedir zaman ve yakalaması imkânsızdı.
Yarım bir adamın yaraları ne denli kabuk bağlarsa elinde kalana o denli bağlandı. Elinde kalan lafın gelişiydi, kimsenin elinde bir şey kalmazdı. İçinde kalan vardı: Kırık, örselenmiş, ayarsız ve parçalanmadan son bir şarkı çalmaya niyetli bir tür akustik gitar: Kalp denen organın tek duygusu: sızı. Her şeye karşın “veda etmem” demekteydi ve kalbini titreten duygu telleriyle bu şarkıyı çalacaktı.  

Kayıp zaman tramvayı





şehrin kıyısında durdum izbedeyim
kurşun gibi bir vakitteyken üstelik
yaralıyım ey gül kokunu çekme üstümden
anla beni ölüyorum hasretinden

şimdi gelir takur tukur
            kayıp zaman tramvayı
kaybettiğimiz yenildiğimiz günlere gideriz
şimdi gelir yorgun argın
düşlediğimiz yarınlara varırız
fakat yaralıyım ey gül çek dikenini üstümden
anla beni ölüyorum hasretinden

Entrikalı dolap komedyası




Van depreminin acılı tablosu nicedir belleklerimizden çıkmıştı. Nasıl oldu da unuttuk? Acının belleklerimizde uzun ömürlü yer kaplamasını, belki de basın yayın kuruluşlarının bölgeye gösterdiği ilgisizlik engelledi. Unutturdular belki; ama unutma lüksünü kendimize ne hakla yakıştırdık? Dolayısıyla ürettiğimiz, türettiğimiz her gerekçe, köhnemiş insanlığımıza bahaneler bulmaktan başka işe yaramamaktadır.
Ne vakittir Van’ı düşünmediğimi fark ettiğimde -ne yalan söyleyeyim- kötü niyetli bir oyuna getirildiğimi hissettim. Üstelik yıkılan binalarla, ölen insanlarla değildi bu kadim kenti ve onun acılı gerçeğini hatırlayışım. Çok daha başka nedenlerim vardı; her zamankinden farklı, tercihen eğlenceli bir gün geçirmekti niyetim. Kısacası beynimin nöronlarının ucundan bile geçmiyordu, Van. Birdenbire önümdeki sehpada Devlet Tiyatroları’nın kent bültenini gördüm. Karıştırmaya başladım. Antalya, İstanbul, Ankara Devlet Tiyatrolarından birer oyun turneye çıkmıştı. Derken sonraki sayfalardan gözümün içine bakan oyuncuları gördüm: Tiyatro binaları kullanılamaz hale gelen Van Devlet Tiyatrosu’nun oyuncuları. Araştırdım, uzun süredir turnedeymişler. Hakkari’ye değin doğuyu karış karış dolaştıktan sonra batıya açılmışlar. Bu uğurda teptikleri kilometreler bile fazlasıyla alkışı hak etmiyor mu?
Tek perdelik oyun yaklaşık yetmiş dakika sürüyor ve yetmiş beş dakika boyunca çevrilen dolaplara karnınızı tuta tuta gülüyorsunuz. Oyuncular sahnede, her insanın içinde farklı ölçüde bulunan iyilik-kötülük duygularını çatıştırırken size de dakikaların keyfini çıkartmak ve gününüze anlam katmak kalıyor. Kendi adıma Aristo Arif’in oyun içindeki hallerine, aforizmalarına ve Aristoluğa varış öyküsüne fazlasıyla güldüm.
Felaketlere karşı sanatın, tiyatronun insanları nasıl diri tuttuğunu gözlerinizle görecek, bu başarılı oyunu coşkuyla ayakta alkışlayacaksınız.



Yerli yabancı



Gittiği yeri, gitmek zorunda kaldığı için sevmeye çalışır insan. Yeni yaşamının önüne çeşitli engeller çıkacağını bilmek çıldırtıcı azaplar verir içine. Araçtan indiğinde yaşadığı çelişik duyguların dilleri olsa bir dokunup bin ah işitirsin. Daha tuhafıysa oralıların bakışlarına katlanma duygusudur ve en kötüsü, en sevimsizi kuşkusuz budur. Yadırgayan ifadeleri görmezden gelerek gereksinimlerini karşılayacağın mekânları aramaya koyulduğunda karşına hep başka türlüsü çıkar. Bilirsin, alışmak zorundasın buraya, alışacaksın da; ama alışma süreci ne kadar sürerse sürsün dayanılmazdır. Yabancılığını, ceketini çıkarır gibi çıkaramazsın üzerinden. Oranın kokusuna, rüzgârına, huyuna ve suyuna alışmak, kendini oralı hissetmek olduğuna göre daha zamanın vardır. Üstelik alışmayı bazen hiç istemediğin de olur. İçinde bastırmaya çalıştığın asiliğin hırçınlığını dizginlemek güçtür. Sanatın yumuşaklığına, anlayışına sığınır, süreci geçiştirmeye çalışırsın. Sevdiğin şarkılardan, türkülerden destek alır, günlerce onları dinlersin; daha önceden bağımlısı olduğun yazarları yeniden okur, bazı tümceleri ezberine alırsın; sılanın özlemini yatıştıracak filmleri izler, kahramanların yöntemlerine özellikle dikkat edersin. Çıkmazsın kolayca kabuğundan dışarıya, el olduğunu hissetmeye. Yeni yaşamını oralılara dayatamayacağına ve kalabalığın yerleşik yaşamını değiştiremeyeceğine göre sessiz kalır, pencereler arkasından seyredersin yeni yaşam alanını.
Geldiğin günü anımsamak adamakıllı canını sıkar, tadını bozar. Kesik yol çizgilerini, traversleri, köprüleri, yolları, yılları lanetlemeye, göçebeliğine kahretmeye kalkmanın zamanı geçip gitmiştir çoktan. Gitmek zorunda kalacağın yeni yeri düşünmenin yersizliği de içine çökünce arafta kalmış Dante’ye dönersin. Kendini evinden ve kabuğundan dışarı atmak dışında seçeneğin kalmamıştır.
Farklılığın törpülendikçe bazı duyguların senden kopar. Heyecanın bile başkalaşır zamanla. Kendine katlanamadığın günlerin kim bilir kaçıncısında çay içmek için insanların arasına karışırsın da dilinde birdenbire şive taklidi yapmaya kalkan sözcükler belirir. Şaşırmaya kalmaz, oralı birinin hoşnut gülücüğüyle kendindeki değişime boş verirsin; çünkü artık yabancılığını hissetmeyeceksindir. Ekmek almak için fırına girdiğinde dilin sana oyunlar oynamayı sürdürür. Fırıncı anlar sendeki değişimi ve ondan sonra yabancı gözüyle görmez seni. Karışmaya değil, kaynaşmaya dönmüştür zaman. 

Sana bakınca


















sana bakınca bir demet yasemen kokusu gelir burnuma
yüzüm güler
            yüzüm gözlerinin ışığına benzer
işte o zaman görürüm güneşin sarılığını
            dalların gökkuşağı yeşilini
o vakit hissederim adam gibi adamlığımı
            ve erkekliğimi

sana doyamamakla tutuşur benliğim

sana bakınca bir torpil patlar içimde
            acıyla törpülenmiş köprülerimde
senin tarafında kalacağımdır her daim

sana bakınca bir demet yasemen kokusu gelir burnuma
yağmur tertemiz üstüme iner